29 Ağustos 2012 Çarşamba

Çaresiz olmak ne ki!

     Öfkeli olmak. Kime, neye karşı olduğunu bilmeden. Ve belkide en çok buna öfkeli olmak. Öfkeli olmak ve zamanın tozları arasında belli belirsiz kaybolmak..
     İşte bir insanın hissedebileceği en pis duygular. Öyle ki hiç hissetmemeyi isteyecek kadar. Ölüm kokusunun sindiği bir deniz kenarında, yalnızlığın kirli yeşiline bürünmüş bir taş olmaya bile tercih edilemeyecek kadar korkunç duygular.
     İnsanı savaş sonrası yıkılmış siperlere sürükleyen hisler. İki siper arasında, ölüler, yaralılar ve doğmayı hiç hak etmemiş olanlar. Öyle bir savaş! Bunların ötesinde görebildiğin tek şey, kaybettiğin. Ve belki de hiç savaşmadan kaybettiğin. İşte, her şey bitti. Savaş sona kavuştu, silahlar sustu. Kalbini susturabildin mi peki? Elinden geleni göz ardı etmenin vereceği pişmanlığı hissettirmeye başladı mı sana, kirli esmer kalbin? Yaşamayacağın yıllarda bile çaresizliğe mahkum olmaya katlanabilecek misin sahi? Uğruna savaşmaktan korktuğun şeylerin günbegün paslanmasını engelleyebilecek misin? Ömürlük bir iç savaşa sürüklenmenin kaçınılmazlığından kaçabilecek misin?
     Ben kaçamadım. Buradayım işte ve sende buradasın, şu an bunu okuyorsun. Ağaçların hıçkırıklı sesine karıştırıp efsunlu şarkılar sunuyorum sana. Her yere ağır ağır kokun sinmiş sanki. Devrilmiş mesafelere meydan okuyarak, korkularıma inat geldim sana. Geldim çünkü savaşmadan kaybetmenin çaresizliğiyle başa çıkamazsın sen. Çaresiz olmak bir şey değil, çaresizliği kabullenmek zor gelir insana. Geldim çünkü, bu elini uzatsan kaybolacak, uzaklaşmaya çalışsan alev alacak çaresizliğin seni tüketmesine izin veremezdim.
     Karşımdaydın işte, her şeyinle sendin. Öyle gerçektin ki! Hiçbir şeyin seni tüketmesine izin veremezdim. Seni ben tüketecektim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder